Onu anlamak, sadece bir tarih kitabının sayfalarında gezinmek değildir. Nutuk’u ezberlemek, fotoğraflarına bakıp iç geçirmek ya da her 10 Kasım’da sosyal medyada birkaç cümle paylaşmak da değildir. Onu anlamak; o günün karanlığında, bir milletin umut diye tutunduğu son kıvılcımın nasıl bir akla, nasıl bir ruha dönüştüğünü hissedebilmektir.
Ben Atatürk’ü anlamak için yalnızca onu anlatanları dinlemedim. Onu eleştirenleri de okudum. Onun yerine geçtim, hatta onu sevmeyenlerin yerine koyup düşündüm. Çünkü bir insanı gerçekten anlamak, onu sadece sevmekle değil; anlamaya cesaret etmekle mümkündür.
Atatürk’e tapmıyorum. Ama şunu biliyorum: O, gelmiş geçmiş en büyük dünya liderlerinden biridir. Savaşı bir sanata dönüştürmüş, barışın değerini bir medeniyet diliyle anlatmış, düşünceyi eyleme dönüştürebilmiş ender insanlardandır. O, yalnızca cephede değil; kalemle, fikirle, adaletle savaşmıştır.
Bugün bu topraklarda özgürce nefes alabiliyorsak, bu, bir adamın cesaretle “Ya istiklal, ya ölüm” diyebilmesinin sonucudur.
Atatürk, bir heykel değildir; fikirle yoğrulmuş bir devrimdir.
Ve biz, o devrimin çocukları olarak, onu ezberleyerek değil; anlayarak yaşatmakla yükümlüyüz.
10 Kasım, bir yas günü değil.
Bir farkındalık günüdür.
Bir milleti yeniden var eden aklın, cesaretin ve vicdanın hatırlanmasıdır.
Ben Atatürk’ü seviyorum, çünkü o bana “insan olmanın onurunu” öğretti.
Ve her 10 Kasım sabahı, saat dokuzu beş geçe yalnızca bir lideri değil, bir bilinci selamlıyorum.