Gelin bir hikâye anlatayım size…
Ama bu öyle masallardaki gibi pamuk şekerli, ay ışığında geçen bir hikâye değil. Bu, yüreğe dokunan, bazılarına tokat gibi inen, bazılarınıysa geçmişin aynasında yüzünü görmek zorunda bırakan bir hakikat anlatısı.
Bir zamanlar bir gölge vardı; başka birinin gövdesinde büyüyen….
Bir sıcak el uzanmıştı ona, üşümesin diye. Açken önüne ekmek konmuş, susadığında en temiz suyla buluşturulmuştu.
Omzuna yıldız değil ama itibar konmuştu.
Ve o kişi, doyduğu sofranın ayağını kırmaya kalktı.
O kadar doydu ki gözünü toprak bile doyuramaz hale geldi.
Ve sonra ne mi oldu?
Kendi karanlığında boğuldu.
Çünkü, bir zamanlar sırtını yasladığı duvar, artık onu taşımıyordu.
Korunduğu zırh parçalandığında, içinden çıkan sadece basit bir korkaktı.
Ve o korkak, şimdi saldırıyor…
Ne idüğü belirsiz bir öfkeyle, ne tarafa savurduğunu bilmeden, kime çarptığını umursamadan…
Ama en çok da kendine çarpıyor.
Unutur sandı.
Görmezden geliriz sandı.
Ama unutma, vefasızlık bir gün geri döner…
Ve döndüğünde, bir sel gibi önüne ne kattıysa süpürür.
Çünkü ihanet, yalnızca bir kişinin değil; karakterin iflasıdır.
Kendini rezil etmeye muktedir olanların maskesi düşünce, altında ne bir edep kalır ne de değer.
Gölgesinde serinlediği dalları baltalayanlar, eninde sonunda güneşe muhtaç kalır.
Ve biz…
Biz bağışlamayız.
Bizim adaletimiz zamanla konuşur.
Sessizliğimiz intikam değildir; fırtınadan önceki o derin duruştur.
Ve zamanı gelince, herkes ektiğini biçer.
Kimi alkış biçer, kimi lanet.
Kimi dua toplar ardında, kimi sadece suskunlukla anılır.
Bu anlattığım, sadece bir kişinin değil, bir karakterin hikâyesi.
İnsanın asıl yüzü, çıkarları bittiğinde ortaya çıkar.
Ve kim ki doyduğu sofraya ihanet eder, o artık sadece aç kalmaya mahkûm değil…
Aynı zamanda unutulmaya, yok sayılmaya ve kendi içinin cehenneminde yanmaya mahkûmdur.
Gelin bir hikâye anlattım size…
Masal değil bu.
İbretiyle okunsun, duyanın kulağında yankı bulsun diye yazıldı.