Niğde ve çevresi… Her sonbahar aynı manzara: bahçelerden toplanan üzümler, meyveler; dev kazanlarda saatlerce kaynar. Köy meydanlarında duman yükselir, kadınlar tahta kaşıklarla karıştırır, erkekler odun taşır. O koku, o sıcaklık, çocukluğumuzun hatırasıdır. “Doğal” deriz, “şifalı” deriz. Çünkü atalarımızdan böyle gördük, böyle öğrendik.
Ama ya yanılıyorsak?..
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada Doç. Dr. Muhammed Keskin’in “Pekmez Gerçeği” başlıklı videosu gündem oldu. Doktor Keskin, pekmez yapımında saatlerce kaynatılan meyve suyunun HMF (Hidroksimetilfurfural) adlı bir maddeye dönüştüğünü, bu maddenin fazla miktarda alındığında vücut için toksik, hatta kanserojen olabileceğini söyledi.
Birçoğumuz şaşırdık. Çünkü bize “pekmez candır, pekmez güç verir” denmişti. Oysa bilimin söylediği başka.
Niğde’nin neredeyse her köyünde “pekmez toprağı” çıkarılır. Bu toprak, meyve suyunun tortusunu çöktürmek için kullanılır. Ancak bugün artık biliyoruz ki; bazı bölgelerdeki topraklarda asbest gibi zararlı mineraller bulunabiliyor. Yani doğal diye içine kattığımız şey, farkında olmadan sağlığımıza zarar verebiliyor.
Doğallık, her zaman sağlık demek değildir. Doğal zehirler de vardır; doğa iyileştirir ama bazen de öldürür.
Bu yazıyı yazarken aklımdan şu geçti: Biz “atalarımız böyle yapardı” diyerek her şeyi kutsallaştırıyoruz. Oysa atalarımızın sahip olmadığı bilgi, bugün elimizde. Onlar gelenekle yaşadı, biz bilimin çağında yaşıyoruz. Ve artık bilimin söylediklerini görmezden gelmek, “böyle alıştık” diyerek sürdürülebilir bir davranış değil.
Pekmez, elbette kültürümüzün bir parçası. Ama o kültürün içinde bilgiyle dönüşmek zorundayız. Sağlık, sadece geçmişten gelen alışkanlıkları yaşatmakla değil, onları doğru bilgiyle güncellemekle korunur.
Eğer hâlâ her köyde pekmez kaynıyorsa, orada bir gelenek sürüyor demektir. Ama aynı zamanda o köylerde bilimin sesi de yankılanmalı.
Pekmezin gerçeği, aslında bizim alışkanlıklarımızın aynası.
Belki de bu aynaya biraz daha dikkatle bakmanın zamanı geldi.