Bir zamanlar selamın sıcaklığıyla başlayan sohbetler vardı. İnsan, insanı gördüğünde gözlerindeki ışığı tanır, tebessüm eder, halini hatırını sorardı. Şimdi ise yollar daralmadı ama kalpler daraldı; selam verince şüpheyle bakıyoruz. Göz göze gelince, sanki gizli bir tehdit varmış gibi huzursuz oluyoruz.
Oysa göz dediğin, ruhun aynasıdır. İnsan, insana bakınca güven görmeli, dostluk hissetmeli. Ama biz, yavaş yavaş birbirimize yabancı olduk. Aynı sokaktan geçsek de farklı dünyaların insanı gibi davranıyoruz. Kalabalıklar içinde yalnızlaştık; birbirimizin sesini duymuyor, varlığımızı hissetmiyoruz.
Bu yabancılaşma, yalnızca insanın insana uzak düşmesi değil; insanın kendi özüne de yabancılaşmasıdır. Çünkü başkasına güvenemeyen, kendine de güvenemez. Selamı eksilttikçe sevgiyi eksilttik, sevgiyi eksilttikçe insanlığımızı.
Peki çözüm ne? Öncelikle, küçük jestlerin büyük değişim getirdiğini unutmamalıyız. Bir selam, bir gülümseme, kapıdan geçene “buyur” demek… Bunlar küçümsediğimiz ama kalpleri ısıtan köprülerdir. Mahallemizde, apartmanımızda, iş yerimizde birbirimize merhaba demek, tahmin ettiğimizden çok daha güçlü bir bağ kurar.
Eğitim sistemimizde çocuklara sadece bilgi değil, “insan ilişkileri” de öğretilmeli. Empati, hoşgörü, saygı ve selam gibi değerler ders kitaplarının kenarında kalmamalı; hayatın içinde yaşatılmalı. Medya, sadece kötü haberleri değil, iyi örnekleri de çoğaltmalı; komşusuna yardım eden, tanımadığı birine tebessüm eden insanlar görünür kılınmalı.
Biz birbirimize insanca bakmayı öğrenirsek, şehirlerimiz de, sokaklarımız da, hayatımız da ısınır. Çünkü insanı insan yapan, birbirine güven duymasıdır. Ve biz bu güveni yeniden inşa edersek, hiçbir bakış tehdit gibi gelmez; her bakış umut taşır.